Rene Guenon ve Demokrasi Eleştirisi


Rene Guenon Kimdir? Rene Guenon Kitapları, Modern Dünyanın Bunalımı, Rene Guenon Nasıl Müslüman Oldu? Fransız Yazarlar, Demokrasinin Açmazları, Guenon'un Demokrasi Eleştirileri, Toplum İçin Elitlerin Önemi, Demokrasi Nedir?



Rene Guenon Fransa'nın çocuğudur; Fransa'nın yani Batı'nın. İçinde doğduğu medeniyetin değerlerine baş kaldırmış haylaz bir çocuk, bir üvey evlat. Mahallesine savaş açmış bütün cins kafalar gibi hor görülmek, görmezden gelinmek ve uzlete mahküm edilmek onun da kaderi olmuş. Yine de çağdaşı olan bazı dev isimlerin dikkatini çekmeyi başarmıştır. Yaşadığı devrin edebi dehalarından olan Andre Gide, Guenon'dan şöyle bahseder:

''Guenon haklıysa, benim bütün eserlerim tepe taklak olur. Guenon'un yazdıklarına hiç itirazım yok, kesinlikle yok, onlar çürütülemez.''(1)

Gide'nin günlüklerinde de Guenon'la ilgili şu satırlara rastlanır:

''Eğer gençliğimde Guenon'un eserleriyle karşılaşsaydım, neler gelirdi başıma... Ama o zamanlar Guenon'un eserleri henüz yazılmamıştı. Şimdiyse, artık çok geç... Ben Descartes ve Bacon taraftarıyım. Ama ne önemi var. Guenon'un kitapları çok ilginçtir ve bana çok şey öğretmişlerdir, tepkiyle de olsa...'' (2)

Evet, Gide'nin yazdığı gibi Guenon'un eserleri muarızlarına bile çok şey öğretir. O'nu biraz daha tanımak için Yeni Alpha ansiklopedisinden hayat hikayesini okuyalım:

Rene Guenon


'' Rene Guenon: Fransız yazarı. (Blois 1886/ Kahire 1951) Katolik bir burjuva ailesinden gelmedir. Önceleri matematiğe ilgi duyan Rene Guenon, Paris'e geldikten sonra din çevrelerine girip çıkar.{1904} Gnostik kiliseye bağlanır ve orada piskopos olur. {1909} La Gnose dergisinde gözükür ve bir tarikat kurmayı düşler. O nedenle de, Hint düşünce ve doktirinlerini incelemeye koyulur. Taoist ve sufi düşüncelerini araştırır. Tutumu giderek aydınlığa kavuşur. Rene Guenon, modern dünyaya, özellikle bilimsel gelişmeye karşı eleştirel bir tavır içindedir: Onun, insanlığın niteliksel bir değişimine sebep olacağını düşünmek saçma olur, diye düşünür. Hikmet, onun için, yegane geleneğe, evrensel, gizemli geleneğe, din ve kültürlerin merkezini teşkil eden asıl geleneğe dönüştür. Bu gelenek (Tradition) sırri bir bilgiyi, yani tasavvufa yönelik belli bir seçkin zümreye has, hissedilen şeylerin ancak sembolleri olduğu ebedi düşüncelerin sırlarını keşfeden ledünni bir bilgiyi içerir.

İnsanın en yüksek eylemi, asıl özü, ruhu sezgilemesdir. (Guenon burada yeniden Platon'un Temaşa'sına dönmüştür. Bu, bir tür metafizik aktivitedir. Yüce prensipler ki, dinler ve felsefeler ancak birer brüt yakıştırmalarıdır bunun. Sembolleri dışında, Guenon Hristiyanlıktan uzaklaşır. Hritiyanlıkta yeniden varolma (incarnation), gerçek irfan (gnose) için biricik olgudur, imanın bir uzantısıdır, başka bir düşünceye giriş değildir çünkü.

1930'da yayıncısı tarafından Mısır'a gönderilen Guenon, oraya yerleşmeye karar verir. Yakınlarını kaybedince, artık kendisini Batı dünyasına yabancı hisseder. İslam dinini benimseyip kabul eder. İsmini de Vahid yahya diye değiştirir. 1934'te Şeyh Muhammed İbrahim'in kızıyla evlenir. Ölünceye kadar Mısır'da İslam'a uygun bir yaşam sürdürür. XX. yüzyılın eşsiz eserlerinden biri olan eserini orada tamamlar. Ölümü 1951'de Kahire'dedir.'' (3)

Guenon Mısır'da Şazeli Tarikatine Katıldığı Yıllarda


Guenon, sezgiye dayalı ve seçkinlere mahsus bilgiyi akli bilginin önüne geçirmesi bakımından İbn-i Arabi ve Gazali çizgisinden farklı bir noktada durmamaktadır. Dolayısıyla reçete olarak sundukları çok su götürecek tartışmaların konusudur. Seçkinlere mahsus sezgiye dayalı bilginin ispatı mümkün olmadığından Gide'nin söylediği gibi çürütülmesi de imkansızdır. Buna rağmen, Guenon'un Batı medeniyetine cepheden yönelttiği eleştiriler pek çok bakımdan haklı görülebilir. Sorunları tespit  etmekte gösterdiği başarıyı çözüm önerisi sunarken gösterememiş olması hiç şüphesiz ki fikriyatının bütünüyle reddedilmesini gerektirmez.

Guenon, Batı'da Descartes'le başladığı düşünülen modern dünya görüşüne yönelttiği eleştirileri başlıca üç eserde toplamıştır. Birbirlerini tamamlar nitelikteki bu üç eser sırasıyla şunlardır:

1. Doğu-Batı

2. Modern Dünyanın Bunalımı

3. Niceliğin Egemenliği Ve Çağın Alametleri

Bu yazıda Guenon'un en önemli eseri olduğunu düşündüğüm Modern Dünyanın Bunalımı adlı kitaptan Guenon'un demokrasiye yönelttiği eleştirileri alıntılayacağım. İçinden geçtiğimiz bu dönemde müellifin tespitlerinin önemli ufuklar açabileceği kanaatindeyim.



Modern Dünyanın Bunalımı adlı eserin Toplumsal Kargaşa (4) başlıklı altıncı bölümünde Guenon şu görüşleri kaydetmiştir.

Her Gerçek İstidadın Dışarda Bırakılması:


(...) ''Modern 'putlar'ın çoğu ise, gerçekten sadece sözcüklerdir, çünkü burada 'lafçılık' (Verbalisme) diye bilinen tuhaf durum meydana gelmektedir. Bu durumda sözcüklerin ahenkli oluşu düşünce izlenimi vermeye yetmektedir. Hatiplerin kalabalıklar üzerinde bıraktıkları etki bu bakımdan özellikle ilginçtir. Burada tamamen ipnotizmacıların telkinine benzer bir telkin usulünün söz konusu olduğunu anlamak için, konuyu çok yakından incelemeye ihtiyaç yoktur.

(...) Şunu hemen belirtelim ki, olayların bugünkü durumunda, bir insan kendi işlevini sadece istisnai bir şekilde ve bir rastlantı sonucu olarak yerine getirmiyor, oysa normal olarak istisna olması gereken tam tersine bir durumdur, fakat aynı zamanda bazen öyle oluyor ki aynı insanın, sanki yeteneklerini istediği zaman değiştirebilirmiş gibi, sırayla tamamen farklı görevleri yerine getirmesi isteniyor. Böyle aşırı derecede bir 'uzmanlaşma' çağında bu durum akla aykırı gibi görünebilir, ama özellikle siyasal alanda durum böyle olmaktadır. Her ne kadar 'uzmanlar'ın istidadı çoğu kez çok aldatıcı ve her halükarda çok dar bir alan içinde sınırlandırılmışsa da, bununla birlikte bu istidada inanıldığı da bir gerçektir; tam istidatsızlığın bile nadiren engel teşkil ettiği, siyaset adamlarının mesleği söz konusu olduğu zaman, peki nasıl oluyor da bu inanç hiçbir rol oynamıyor diye soruyor insan kendi kendine. Bununla birlikte, iyi düşünülürse, bu konuda hayret edilecek hiçbir şeyin olmadığı ve kısaca bunun 'demokratik' anlayışın çok doğal bir sonucu olduğu kolayca görülür; demokratik anlayış gereğince iktidar aşağıdan gelir ve temel olarak çoğunluğa dayanır; bu da zorunlu olarak her gerçek istidadın dışta bırakılması doğal sonucunu doğurur; çünkü istidat her zaman bir üstünlüktür, en azından nisbi bir üstünlüktür ve ancak çok az sayıda insana özgü olabilir. 

Üstün Olan Aşağı Olandan Doğamaz!  

(...) 'Demokrasi'ye karşı yapılacak en kararlı, en çarpıcı eleştiri birkaç kelimeyle özetlenebilir: Üstün olan aşağı olandan doğamaz, çünkü 'büyük' 'küçük'ten çıkamaz; kendisine karşı hiçbir şeyin karşı çıkamayacağı mutlak bir kesinliktir bu. Başka bir alana uygulanınca, aynı eleştirinin 'materyalizm/maddecilik' için de geçerli olduğunu belirtmek yerinde olur; bu uygunlukta tesadüfi hiçbir şey yoktur; bu iki şey ilk bakışta sanıldığından daha çok sıkı bir şekilde birbirine bağlıdır. Şurası gün gibi açıktır ki, halk bizzat sahip olmadığı bir gücü başkasına veremez. Gerçek iktidar ancak yukarıdan gelebilir. Bu nedenle sırası gelmişken söyleyelim, ancak sosyal alandan yüksek olan bir şeyin, yani manevi bir otoritenin tasvibiyle bu iktidar meşru kabul edilebilir; eğer durum başka türlü olursa, bu olsa olsa bir iktidar taklidi, ilke yokluğundan dolayı haklı görülemeyen, meşru sayılamayan ve içinde sadece düzensizlik ve kargaşanın hüküm sürdüğü bir durum olur. Maddi iktidar, manevi otoriteden bağımsız olmak ve sonra siyasal amaçlarla kullanacağını iddia ederek onu kendisine bağlamak isteyince, her tür hiyerarşinin altüst olduğu bir durum baş gösterir; bu da daha başka zorbalıklara yol açacak olan ilk zorbalıktır. Ayrıca diyebiliriz ki, örneğin XIV. yüzyıldan beri bizzat Fransız krallığı, daha sonra kendisini devirecek olan ihtilali bilinçsizce hazırlamaya çalışmıştır.

Halkın Kendi Kendini Yönetmesi İmkansızdır!

(...) Her ne kadar 'demokrasi' halkın bizzat kendi kendini yönetmesi diye tanımlanıyorsa da, bu, gerçekten imkansız bir şeydir; hatta ne çağımızda ne de herhangi bir başka çağda basit bir gerçeklik payı olabilen bir şeydir. Kendimizi kelimelerle aldatmayalım. Ayrıca insanların, aynı anda hem yöneten hem de yönetilen olabileceklerini kabul etmek çelişkidir, çünkü Aristo'nun ifadesiyle söyleyecek olursak, aynı varlık, aynı zamanda ve aynı ilgi içinde hem 'eylem halinde' (en act) hem de 'kuvvet halinde' (en puisance) olamaz. Burada zorunlu olarak iki terimin karşı karşıya olmasını gerektiren bir ilişki vardır: Gayri meşru da olsa ve bizzat kendilerine malettikleri haktan başka iktidarda bir hakları olmasa da, eğer yöneticiler yoksa yönetilenler de yoktur. Fakat modern dünyada yöneticilerin büyük ustalığı, halkın kendi kendini yönettiğine halkı inandırmalarıdır. Halk da buna memnuniyetle inanır, çünkü bununla pohpohlanmaktadır ve zaten bunun imkansız bir şey olduğunu göremeyecek kadar düşünceden yoksundur halk.

İşte bu yanılsamayı yaratmak için 'kamuya oy hakkı' denen şey icat edilmiştir: Yasayı koyanın, çoğunluğun kanaati olduğu farz ediliyor; ama burada farkına varılamayan husus, halkın kanaatinin çok kolayca yönlendirilebileceği ve değiştirilebileceği hususudur. Uygun telkinler yardımıyla kamuoyunda her zaman şu veya bu, belli bir yönde giden akımlar meydana getirilebilir. 'Kamuoyu yaratmak' deyiminden ilk kez kimin bahsettiğini pek bilmiyoruz ama, bu deyim tamamen doğrudur; gerçi sonucu elde etmek için gerekli araçlara sahip olanların, her zaman görünürdeki yöneticiler olmadığını da söylemek gerekir. Bu son açıklama, en 'önde gözüken' politikacıların yetersizliğinin, niçin çok nisbi bir önem taşıyor gibi göründüğünü kuşkusuz ortaya koymaktadır. Ama burada 'idari mekanizma' denilen mekanizmanın çarklarını parçalara ayırıp göstermek söz konusu olmadığından, az önce sözünü ettiğimiz yanılsamayı sürdürmek için bu yetersizliğin imkan sağladığını belirtmekle yetineceğiz: Gerçekten ancak bu koşullarda, söz konusu politikacılar, bu görünümü vererek çoğunluktan çıkıyor gibi gözükebilir; çünkü hangi konuda görüşünü açıklamaya çağrılırsa çağrılsın, çoğunluk her zaman bilgisiz insanlardan oluşur ve çoğunluğun sayısı, kararını bilinçlice ve işin iç yüzünü bilerek verebilen insanların sayısından kıyaslanamayacak kadar büyüktür.

Bu da bizi, yasayı çoğunluğun yapması gerektiği düşüncesinin niçin temelden yanlış olduğunu doğrudan doğruya söylemeye götürüyor. Çünkü bu düşünce kaçınılmaz olarak, özellikle kurumsal da olsa ve fiili bir gerçeğe tekabül etmese de, bunun modern düşüncede nasıl yer ettiğini, tekabül ettiği ve hiç olmazsa görünüşte tatmin ettiği eğilimlerinin neler olduğunu açıklamak gerekmektedir. Bunun en belirgin kusuru ise az önce belirttiğimiz kusurdur.

Çoğunluğun Fikri Ancak Yetersizliğin İfadesi Olabilir!

Çoğunluğun fikri ancak yetersizliğin ifadesi olabilir; nitekim yetersizlik de akıl noksanlığından ya da düpedüz tam bir bilgisizlikten ileri gelir. Yeri gelmişken 'kolektif psikoloji'nin bazı gözlemleri sözkonusu edilebilir ve özellikle çok bilinen şu husus hatırlanabilir: Bir kalabalıkta, o kalabalığı meydana getiren bireyler arasında meydana gelen zihinsel tepkilerin bütünü, ortalama bir düzeyde olmak şöyle dursun, en aşağı öğelerinin düzeyinde olan bin çeşit bileşkenin oluşmasına yol açmaktadır. Öte yandan, bazı modern filozofların 'evrensel muvafakat' dedikleri şeyi, sözümona 'hakikatin mısdakı' haline getirerek, çoğunluğun görüşünü öne çıkaran 'demokratik' kuramı nasıl entelektüel düzeye taşımak istediklerini belirtmek uygun olur: Hatta üzerinde bütün insanların anlaştığı bir sorunun gerçekten varolduğu farzedilse bile, bu anlaşma kendi başına hiçbir şey kanıtlayamaz. Fakat öte yandan, bu oy birliği gerçekten varsa bile bu durum çok şüphelidir; çünkü herhangi bir sorun hakkında hiçbir düşüncesi olmayan ve hatta onu kendilerine hiçbir zaman sorun saymayan pek çok insan vardır. Böyle bir oy birliğinin varolduğunu saptamak herhalde olanaksızdır. Öyle ki, bir görüş lehine ve o görüşün doğruluğunun göstergesi olarak ileri sürülen şey, gene sadece çoğunluğun muvafakati olmaya indirgenmektedir ve hatta mekan ve zaman içinde zorunlu olarak çok sınırlı bir ortamla yetinilse bile, durum yine değişmez. Bu alanda, kuramın bir temelden yoksun olduğu daha açıkça görünmektedir; çünkü, aksine siyasal olan söz konusu olunca, hemen hemen kaçınılmaz olarak işin içine giren duygunun etkisinden kurtulmak bu alanda daha kolaydır. Bazı şeylerin kavranılıp anlaşılmasında başlıca engellerden biri de bu etkidir, hatta bu kavrayışa zahmetsizce ulaşmak için yeterli derecede, genişçe bir entellektüel kapasiteye başka yoldan sahip olanlarda bile bu etki bir engeldir. Heyecana bağlı duygular düşünceyi engeller. Siyasetin en adi ustalıklarından biri de bu uzlaşmazlıktan çıkar sağlamaktır.

Fakat sorunu biraz daha derinlemesine ele alalım: Modern hükümetlerin ileri sürdükleri ve haklılık nedenlerini kendisinden çıkardıklarını iddia ettikleri bu çoğunluğun yasası tam olarak nedir? Bu, sadece meddenin ve kaba kuvvetin yasasıdır; hatta bu yasa gereğince, kendi ağırlığıyla sürüklenen bir kitle, geçtiği yerde önüne çıkan her şeyi ezer geçer. 'Demokrasi' kavramıyla 'materyalizm/maddecilik' arasındaki birleşme noktası işte tam buradadır; ayrıca burası aynı kavramın bugünkü zihniyetle bu kadar sıkı biçimde senli benli olmasını da sağlamaktadır. Bu ise, normal düzenin alt üst olmasıdır, çünkü bu çokluğun üstünlüğünün, gerçekten sadece maddi dünyada mevcut olan üstünlüğün ilan edilmesidir. Aksine manevi alemde, kısacası evrensel alanda hiyerarşinin en üst noktasında tevhid vardır, çünkü her çokluk kesinlikle bu tevhid ilkesinden çıkar. Ama ilke inkar edilirse ya da gözden ırak tutulursa, artık geriye sadece, bizzat maddeyle özdeşleşen, saf çokluk kalır. Öte yandan, az önce ağırlıkla ilgili yaptığımız hatırlatma, basit bir benzetmeden daha fazla şeyler ifade eder; çünkü gerçekte ağırlık, kelimenin en olağan anlamıyla fiziki kuvvetler alanında, varlık için gittikçe daralan bir sınır doğuran, aynı zamanda çokluk yönünde ilerleyen ve burada gittikçe büyüyen bir yoğunlukla simgelenen inici ve basınç arttırıcı bir eğilimi temsil eder. Modern çağın başlangıcından beri, beşeri faaliyetin kendisine göre geliştiği yönü belirleyen de gene bu eğilimdir. Belirtmek gerekir ki, hem bölünebilme hem de sınırlanabilme gücüyle madde skolastik öğretinin 'bireyleme ilkesi' (principe d'indivuduation) dediği şeydir. Ayrıca bu, şimdi ortaya koyduğumuz değerlendirmeleri yukarıda 'bireycilik' konusunda söylediklerimize bağlamaktadır. Az önce söz konusu edilen eğilimin 'bireyselleştirici' eğilim olduğu da söylenebilir. Yahudi-Hristiyan geleneğinin, ilk tevhidden ayrılan varlıkların 'düşüşü' diye belirttiği şey de bu eğilime göre gerçekleşir. Çokluk kendi ilkesi dışında ele alınınca, -tabii bu şekilde artık tevhide de ulaşamaz- toplumsal düzeyde toplumu oluşturan bireylerin sadece aritmetik toplamı gibi kabul edilen topluluktur. Bireylerden üstün hiç bir ilkeye bağlı olmadığına göre, gerçekten de çokluk topluluktur. Bu bakımdan topluluk yasası 'demokrasi' düşüncesinin üzerinde temellendiği en büyük çoğunluk yasasıdır.

Elitin İnkarı

 

(...) Bunları söyledikten sonra, tek meşru anlamında anlaşılan, elitin inkarı demek olan 'demokratik' düşüncenin kaçınılmaz sonucu üzerinde biraz daha durmamız gerekiyor; 'demokrasi'nin 'aristokrasi'ye karşıt olması boşuna değildir, çünkü aristokrasi kelimesi kesinlikle, en azından etimolojik anlamıyla ele alındığı zaman, elitin iktidarını göstermektedir. Elit, tanımından da anlaşılacağı gibi, ancak küçük bir grup olabilir; onun sadece entelektüel üstünlükten gelen iktidarının, daha açıkçası yetkesinin esas özelliği azınlığı çoğunluğa, hatta yukarıda da söylediğimiz gibi, niteliği niceliğe, dolayısıyla eliti kitleye feda etmek demek olan, demokrasinin dayandığı sayısal güçle hiçbir ortak yanı yoktur. Böylece gerçek bir elitin başlıca işlevi ve hatta varlığı bile, -çünkü elit varolduğu andan itibaren zorunlu olarak bu işlevi yerine getirir- 'eşitlikçi' anlayışa, yani her tür hiyerarşinin inkarına sıkı sıkıya bağlı olan demokrasi ile bağdaşamaz: 'Demokratik' düşüncenin temeli ise, herhangi bir bireyin bir başka bireyle eşit tutulmasıdır; çünkü bireyler sayısal bakımdan eşittir, gerçi ancak sayısal olarak eşit olabilirler, başka türlü eşit olamazlar. Gerçek bir elit, daha önce de söylediğimiz gibi, ancak entelektüel olabilir. Bu nedenle 'demokrasi', ancak saf 'entelektüalite'nin bulunmadığı yerde gerçekleşebilir, tıpkı gerçekte modern dünyanın durumunda olduğu gibi. Ancak eşitlik gerçekte imkansız olduğundan ve herkesi aynı düzeye getirmek için harcanan tüm çabalara rağmen, insanlar arasındaki farklılıkların pratikte ortadan kaldırılması mümkün olmadığından, tuhaf bir mantıksızlıkla, tek gerçek elitin yerine geçtiklerini iddia eden, sahtekar elitler icat etme durumuna gelinmektedir. Bu sahte elitler, büyük ölçüde nisbi ve olağan olan ve daima saf maddi alandaki bazı üstünlüklerinin kabul edilmesi üzerine yükselir. Bugünkü durumda, en önemli toplumsal farkın servete, yani tamamen harici ve salt niceliksel düzeydeki bir üstünlüğe dayanan bir fark olduğu, dikkat edilirse kolayca fark edilebilir; kısacası bu fark 'demokrasi'yle bağdaşabilen tek farktır, çünkü bu da aynı görüş açısından doğmaktadır. Üstelik şunu da ilave edelim ki, günümüzde, bu duruma kendilerini hasım gösteren kimseler bile, hiçbir üstün ilkeyi söz konusu etmediklerinden ötürü, hep aynı yönde gittikleri için, her ne kadar bu durumları daha da artırma tehlikeleri olmasa da, böyle bir kargaşaya etkin bir şekilde çare bulacak durumda da değillerdir. Yukarıda söylediğimiz gibi, nasıl ki bireyciliğin çeşitleri arasında bir kavga oluyorsa, 'eşitlikçi' eğilimi az ya da çok vurgulayan 'demokrasi'nin çeşitleri arasında da olmaktadır, nitekim her ikisi de aynı kapıya çıkmaktadır.

Kargaşadan Kurtulmanın Yolu

(...) Bu yol şudur: Entelektüalitenin yeniden canlandırılması ve bunun sonucunda yeniden bir elitin oluşmasıdır; şimdilik Batı'da böyle bir elite yok gözüyle bakılmalıdır; çünkü bu ad, adeta sadece gelişmemiş imkanları temsil eden, toplumdan uzaklaşmış ve bağlantısız kimselere verilemez. Gerçekten bu kimselerin genellikle kendilerini modern düşünceye karşı tepki göstermeye iten eğilim ve özlemleri vardır kuşkusuz; fakat etkileri fiili olarak kendini göstermez; onlarda eksik olan husus, gerçek bilgi ve birdenbire elde edilemeyen geleneksel verilerdir. Kendi başına bırakılan bir zeka, özellikle her bakımdan böylesine elverişsiz koşullarda, bu verilerin yerini ancak çok kötü bir biçimde ve çok zayıf ölçüde tutar. Dolayısıyla, ilke ve öğretisel yönetim yokluğundan, geriye dağınık ve çoğu kez yolunu şaşıran çabalar kalıyor: Denilebilir ki modern dünya, kendi dağılmasıyla kendini savunmaktadır; hatta hasımları bile kendini bu dağılmadan kurtaramamaktadır. Bu hasımlar, modern düşüncenin apaçık bir başarı sahibi olduğu 'din dışı' alanda kaldıkları sürece, durum böyle olacaktır; çünkü modern düşüncenin biricik alanı bu alandır; nitekim hasımlar bu alanda kalırlarsa, her şeye rağmen, bu düşüncenin onlar üzerinde çok kuvvetli bir etkisi olacaktır. Bu nedenle, kuşku götürmez bir iyi niyetle canlanan bunca insan, işe mutlaka ilkelerden başlamak gerektiğini anlayamamakta ve güçlerini, bu koşullarda gerçek ya da kalıcı hiçbir şeyin yapılamayacağı nisbi, toplumsal ya da daha başka şu ya da bu alanda boşa harcamakta inat etmektedir. Oysa gerçek elit, ne doğrudan doğruya bu alanlara girer ne de harici bir eyleme karışır; elit her şeyi, avamın anlayamayacağı bir etkiyle yönetir. Bu etki ne kadar derinse, o kadar az gözükür. Yukarıda sözünü ettiğimiz ve bununla birlikte hiçbir gerçek entelektüaliteyi gerektirmeyen telkinlerin gücü düşünülürse, kendi mahiyeti gereği çok gizli bir biçimde etkin olacağı ve kaynağını saf entelektüaliteden alacağı için, yukarıdaki etki gibi bir etkinin gücünün ne olacağını haydi haydi tahmin edebiliriz. Bu güç, çokluğun doğurduğu bölünmeyle ve yalan ya da yanılsama olan her şeyin içerdiği zayıflıkla azalmak bir yana, aksine ilkesel birlik içindeki yoğunlaşmayla daha da yoğunlaşacak ve hatta hakikatin gücüyle özdeşleşecektir.

(Rene Guenon'un Modern Dünyanın Bunalımı adlı eserinden yaptığımız alıntılar burada nihayete erdi.)

***

Demokrasiye yöneltilen eleştiriler, hiç şüphesiz Guenon'un yazdıklarıyla sınırlı değil. Demokrasi, ilk ortaya çıktığı Antik Yunan'dan günümüze kadar bir çok tenkidin hedefi olmuştur. Sokrates'i idama mahküm eden de Hitler'i besleyen de hep demokratik sistemlerdir. Fakat şurası da açıktır ki insanlık tarihi içinde demokrasiden daha iyi bir yönetim şekli ortaya koyulabilmiş değil. Modern dünyaya yöneltilen eleştiriler de aynı şekilde değerlendirilebilir. Nietzsche, on dokuzuncu yüzyılda Batı dünyasının ölüler evini andırdığını haykırmış ve 'Çöl büyüyor' diye feryat etmiştir. İslam adına siyaset yaptığını iddia edenler ise, hem modern dünya görüşünü hem de demokrasiyi sürekli hedef haline getirmiş, içinde yaşadıkları 'düşman' dünyanın boşluklarını, eksikliklerini, çürümüşlüklerini dillendirmişlerdir. Fakat bugüne kadar hiç kimse daha iyi bir dünya kurmaya muvaffak olamamıştır. Guenon'un fikirleri de, sanırım bu bağlamın dışında değildir.

Yalnız Muhalif/ 15 Eylül 2018

(1) Modern Dünyanın Bunalımı, Hece Yayınları, Dördüncü Baskı-Kasım 2014 Çevirmen: Mahmut Kanık, Alıntı çevirmenin yazdığı 'Rene Guenon ve Eserleri Üzerine' başlıklı yazıdan yapılmıştır.
(2) Rene Guenon ve Eserleri başlıklı yazı, Mahmut Kanık
(3)Rene Guenon ve Eserleri başlıklı yazı, Mahmut Kanık
(4) Modern Dünyanın Bunalımı, Hece Yayınları, Dördüncü Baskı-Kasım 2014 Çevirmen: Mahmut Kanık, Altıncı Bölüm: Toplumsal Kargaşa s. 113-128

NOT:
Bu blogdaki yazıları takip etmek için yukarıdaki 'abonieren' butonuna basmanız, e-mailinizi vermeniz ve e-mail adresinize gelecek onay linkini tıklamanız yeterli olacaktır.





Kommentare

Beliebte Posts aus diesem Blog

Tayyip Erdoğan'a Neler Oluyor Böyle?!

MUTLAKA SEYRETMENİZ GEREKEN 12 FİLM

Stefan Zweig Neden İntihar Etti?