DEPREM
17 Ağustos 1999.
Yirmi bin insanın gece 03:02'de başlayan ve kırk beş saniye süren depremle, betondan mezarlara gömüldüğü tarih. Sarsıntının merkez üssü Kocaeli'nin Gölcük ilçesiydi. Şehir, mahşer yerine dönmüştü.
Dehşete düşmüştük. İstanbul'daydım. Deprem İstanbul'dan da çok güçlü bir şekilde hissedilmiş hatta Avcılar'da yıkılan binaların altında can verenler olmuştu.
Depremin başladığı ilk anlarda, hızla yatağımdan fırlayıp sokağa indiğimi hatırlıyorum, dün gibi. Ancak kıyamet senaryosuyla çevrilmiş filmlerde rastlanabilecek sahne, hala gözlerimin önündedir: İnsanlar, kadın, erkek, çoluk-çocuk can havliyle sokaklara dökülmüş, caddelerin ortasından, nereye gideceklerini şaşırmış halde, sel gibi akıyorlardı. Çoğu üzerlerine bir elbise giyecek zamanı bulamamıştı. Köpekler hiç durmadan havlıyordu. Sabah namazı vakti gelince, ahalinin camiiyi hınca hınç doldurduğunu ve imam efendinin etkileyici vaazının gözyaşları içinde dinlendiğini anımsıyorum. Kimsenin depremin bilançosundan haberi yoktu henüz; telefonlar kesilmişti, elektrikler de. Memleketin acıya garkolması birkaç saat sürdü; sabah haberleri akmaya başlayınca felaketin boyutları herkesi titretmeye başladı. Kocaeli yerle bir olmuştu. Hiç kimse eve girmeye cesaret edemiyordu. Artçı depremler sıklıkla yokluyor ve her yoklayışta korkuyu insanların iliklerine kadar yayıyordu. Günlerce sokaklarda yatıldı. İstanbul'un en işlek caddelerinin kenarları yatağını yaymış uyuyan insanlarla doluydu.
Kocaeli ve çevresi perişandı. Kurtarma çalışmaları günlerce sürdü. Enkazların başında yakınlarını ararken feryad-u figan koparanların görüntüleri bütün kanallardan yayınlanıyordu. Şehre insani yardım ulaştırmaya çalışanlar, il sınırından girer girmez her yana sinmiş kesif ceset kokusundan etkilenmemek için maske takıyorlardı. Acı dinmiyordu. Çocuklarının cesedine sarılmış ana-babaların görüntüleri ekranlardan fasılasız akıyordu. Enkaz altında kalanların hikayeleri anlatılıyordu. Enkaz altından çıkarılan her yaralı sevinçle karşılanıyor ve kısa süren bu sevinç anları dalga dalga gelen kederle boğulup gidiyordu. Cansız bedenleri koyacak ceset torbasının bile kıtlığı yaşanıyordu. Türkiye hazırlıksız yakalanmıştı. Yıllarca süren imar hatalarının ve kökleşmiş yolsuzlukların ve korkunç cehaletin faturası dehşetli olmuştu. Komşu devletler başta olmak üzere, bütün dünyadan gelen yardımlarla ve milletimizin zor zamanlara mahsus olağanüstü dayanışmasıyla afetin yaraları sarılmaya çalışıldı. Sağ kalanlar, ölülerinin acısıyla çadırlarda yattı aylarca. Binlerce insan sakat kaldı, binlerce insan fakr-u zaruret içinde hayatını idame ettirebildi.
![]() |
Depremde çöken binalardan görüntüler |
![]() |
Depremde yıkılan binalar |
![]() |
Depremde yıkılan binalar |
![]() |
Deprem sonrasında sürdürülen kurtarma çalışmalarından bir görüntü |
'Deprem profesörü' tabiriyle o günlerde tanıştı Türkiye. Medyada her gün onlarca bilim adamı arz-ı endam edip olası yeni depremlerle ilgili tahminlerini paylaşıyordu. Ölü sayısının neden bu kadar fazla olduğu sorgulanıyor, şehirlerin plansızlığı ve tarım arazilerinin imara açılmış olması nedeniyle yetkililer yerden yere vuruluyordu. Eğitim şart, deniyordu; eğitim şart! Dillerde yolsuzluğa, ahlaksızlığa, arazi talanına, kaçak yapılaşmaya okunan lanetler vardı.
Unutmayacağız, unutturmayacağız sloganları her yandan yankılanıyordu.
Çocuktum. Çocukluğun verdiği saflıktandır belki, artık hiçbir şeyin eskisi gibi olmayacağını/olamayacağını düşünmüştüm. Bundan sonra imar tasarıları hazırlanırken kılı kırk yararcasına hesaplar yapılacak, siyasetçiler şehircilikle ilgili devrim niteliğinde kanunlara imza atacaktı. Rant peşinde koşanlar artık şehirlerimizi mezarlığa çeviremeyecekti. Toplum ahlakında meydana gelen aşınma, bu büyük felaketten çıkarılacak derslerle giderilecekti. İnsan hayatı ucuz olmayacaktı.
Ve daha ne düşünceler...
Dedim ya, saflık işte!
Ne mi oldu, sonra?
Dostoyevski bir kere daha haklı çıktı.
Büyük yazar, şu cümleleri kaydetmişti şaheser romanı Suç ve Ceza'da:
Önce biraz ağladılar. Ama alıştılar sonra. Aşağılık insanoğlu her şeye alışır.
Önce biraz ağladık ve alıştık yine. Şehirlerimiz çok geçmeden daha hızlı ve sunturlu bir talanın kucağına düşüverdi. İmar afları üst üste geldi. 'Kentsel dönüşüm' adı verilen projelerle deprem korkusu da sömürülerek yeni rant alanları açıldı. Belediyelerde rüşvet ve yolsuzluk aldı yürüdü. Kaçak gökdelenler inşaa edildi en büyük şehirlerimizde. Deprem toplanma alanı olarak tayin edilen araziler bile beton yığınlarıyla doldu. El'an, İstanbul'da bir deprem yaşansa mesela, vatandaşlarımızın toplanacağı yeterli açık alan yok! Müteahhitler ve nemalanma iştiyakıyla daima kuyruk sallayanlar doymuyor. Ve yığınlar sessiz. Bağırıp çağırmak için yeni bir deprem bekliyorlar. Yeni bir deprem ve binlerce tabut! Bu defa tabutlar bile yeterli olmayabilir isyan etmelerine; 'depremi dış güçler ileri teknoloji ürünü makineleriyle yer altına sinyal göndererek yaptılar, ülkemizin şahlanışını engellemek için' denilse, inanmaya teşne on binler var.
Bugün 17 Ağustos 2018.
Büyük depremin yıldönümü.
Depremde can veren, en az yirmi bin kişinin ölümünün sene-i devriyesi.
Her yanda unutmadık, unutturmayacağız sloganları....
Seyrederken, dinlerken, okurken mideme bir bulantı oturuyor.
Kusmamak için kendimi zor tutuyorum!
Yalnız Muhalif / 17 Ağutos 2018
NOT:
Bu blogdaki
yazıları takip etmek için yukarıdaki 'abonieren' butonuna basmanız,
e-mailinizi vermeniz ve e-mail adresinize gelecek onay linkini
tıklamanız yeterli olacaktır.
Kommentare
Kommentar veröffentlichen