ANDRE GİDE'NİN PASTORAL SENFONSİ'NDEN NOTLAR
Andre Gide'nin Pastoral Senfoni Adlı Romanı, Pastoral Senfoni'den Notlar, Andre Gide Kimdir? Pastoral Senfoni'de Ne Anlatılır, Tavsiye Etttiğim Romanlar, Fransız Edebiyatı-Andre Gide, Kitap Notları, Alıntılar
Andre Gide :
Fransız Edebiyatı'nın büyük ustası Andre Gide, 1869 yılında Paris'te doğdu.Babası, Güney Fransa'lı, Protestan-köylü bir ailenin çocuğu ve hukuk profesörüdür. Annesi ise Normandiya'lı, Katolik ve zengin bir aileye mensuptur. Gide, anne ve babasının ait olduğu farklı dünyaların tam ortasında, bu dünyaları harmanlayarak yetişmiştir.
On bir yaşındayken babasını kaybeden Gide, başta annesi olmak üzere, ailesinin kadın fertlerinin etkisi altında sıkı bir dini eğitim alarak büyümüştür.
Andre Gide 1895 'te büyük bir aşkla bağlı olduğu kuzeni Madeleine ile evlendi.
İlk eserlerini 1800 'lerin sonlarında yayınlamasına rağmen kendisine ün getiren kitaplarını 1900'lerin başından itibaren kaleme almıştır. Türkçeye kazandırılmış eserlerınden bazıları şunlardır: Batak, Kalpazanlar, Pastoral Senfoni, Dar Kapı , Kadınlar Okulu,Dostoyevski. Kadınlar Okulu adlı romanıyla 1947 senesinde Nobel Edebiyat Ödülü'nü almıştır.
Andre Gide'nin altmış yılı aşkın bir süre muntazam olarak tuttuğu günlükleri de edebiyat dünyasında çok meşhurdur. Romanlarındaki anlatının daima kahramanların günlükleri ve / veya mektupları etrafında kurgulanmış olması dikkat çekicidir.
1951 yılında Paris'te ölen Andre Gide'nin kitapları, 1952 yılında Vatikan tarafından ''yasak kitap'' olarak ilan edilmiştir.
Pastoral Senfoni 'den Notlar:
Andre Gide'nin Pastoral Senfoni adlı eserini Buket Yılmaz'ın çevirisinden okudum. Aldığım notları paylaşmadan önce çevirmenin sunuş yazısından( Aşkın Ve Yaşamın Rengi ) aşağıdaki bölümü alıntılamak isterim:
'' (...) Pastoral Senfoni, bir kitap ismi olarak okuyucuya işin en başında,birden fazla dünyanın kapılarını aralar.'Pastoral' kelimesi , hem kırsal yaşamla hem de Fransızcada Protestan din görevlilerine verilen 'pasteur' adıyla bağlantılı olarak dini ve manevi yönleri ağır basan bir hikayenin anlatılacağını okuyucuya haber verir. Bahsi geçen bir hikayeden ziyade, çok sesli bir senfonidir. Gide bu ikili anlam dışında Beethoven 'in en önemli eserlerinden biri olan Pastoral Senfoni'ye de gönderme yapmaktadır. Bir papaz dünyanın ve aslında yaşamın renklerini kör bir kıza, bu senfoniyle anlatmaya çalışacaktır. Papaz aşkını ve aşkına tanıklık eden diğer karakterleri basit bir dille günlüğüne aktarır. Günlük, bizi hem papazın hem de karısı, oğlu ve aşık olduğu kör kızın dünyalarına götürürken, çok sesli bir senfoniye dönüşür.
Gide, 1915-1916 yıllarında önemli bir din krizi yaşar. Yakın arkadaşı Henri Gheon, papazın oğlu Jacques gibi mezhep değiştirip Katolik olmuş ve Madeleine'e kocasının geçmişi ve bilmediği yönleriyle ilgili bir mektup yazmıştır. Madeleine de yavaş yavaş katolik kilisesine yaklaşmaya başlamıştır; tıpkı Gertrude'nin Jacques'in etkisiyle mezhep değiştirmesi gibi. Romanda Jacques Katolikliği temsil eder. Gertrude ise saflığın ve günahsızlığın simgesidir. Görmediği için günahı bilmeyen kör kız ile papaz, birbirlerine ya da birbirlerine sundukları tertemiz dünyaya aşıktırlar. Huzuru yakalayabilmek için çırpınarak yaşayan ruhlar için aşk, acıya dönüştürülmesi en kolay, en hassas ihtiyaçlardan birisidir. Kahramanların hepsi, ya Gide'nin kendisi ya da hayatında önemli rolleri olan yakınlarıdır. Pastoral Senfoni'yi , annesinin ölümünden hemen sonra evlendiği kuzeni Madeleine ile yaşadığı sorunlardan ve yakın arkadaşı Henri Gheon'nun mezhep değiştirip Katolik olmasından kısa bir süre sonra, aylarca süren umutsuzluk ve yılgınlık döneminin ardından yazarak 1919 ' da yayımlar. ''
Notlarım :
Kitabı okurken altını çizdiğim, bana çarpıcı gelen satırları aşağıda maddeler halinde paylaşıyorum. Umarım kitabı okumanız için teşvik edici olur. Aldığım notlar Timaş Yayınları'ndan çıkan Buket Yılmaz'ın çevirisindendir.
- İnsanoğlunun arada sırada uydurmaya bayıldığı hayali itirazlar olmasa her şey ne kadar kolay yoluna girerdi. Çocukluktan beri yapmak istediğimiz bir sürü şeyi yapmaktan , sadece etrafımızdakiler 'bu işi yapamaz ' dediği için ,kim bilir kaç kere vazgeçmişizdir...
- (...) Eve vardığımda yaşamak zorunda kaldığım can sıkıcı karşılamayı saklayamayacak kadar saygım var gerçeğe. Karım bir erdem bahçesi gibidir; atlatmak zorunda kaldığımız zor zamanlarda bile, onun kalbinin temizliğinden bir an bile şüphe duymadım. Ama işte, o yaradılıştan gelen iyilikseverliği sürprizlerden pek hoşlanmaz. Görevlerinden fazlasını yapmayan, onları eksik de bırakmayan düzenli bir insandır. Sanki sevgi kullanmakla tüketilecek bir şeymiş gibi, iyilikseverliği bile düzenine uydurur. Bu da aramızdaki tek anlaşmazlık konusudur.
- (Karısyla tartışmasının ardından papazın sözleri) ... Bu çıkışın ilk cümlelerinde, Hazreti İsa'nın birkaç cümlesi kalbimden dudaklarıma kadar çıktı, ama yine de tuttum kendimi; çünkü davranışları kutsal kitabın arkasına saklanarak açıklamak çok yakışıksız gelir bana...
- (...) Elbette diye düşündüğümü hatırlıyorum - bunu çok iyi hatırlıyorum- Charlotte bugün ağabey ve ablalarından çok daha fazla sevecen ve şefkatliydi. Ama o yaştayken diğerleri de öyle değil miydi zaten, nasıl değiştiler ? Büyük oğlum Jaques örneğin, bugün ne kadar mesafeli, ne kadar içine kapanık bir çocuk...Çocukların tatlı ve sevecen olduklarını düşünürüz hep, ama onlar sevilmek için kandırırlar bizi sadece.
- (...)'Kaybolmuş Kuzu' hikayesinin, kendini Hristiyanlığa derinden bağlı kabul eden insanlar için bile kabul edilmesi en zor meselelerden biri olduğunu düşünmüşümdür hep. Çobanın gözünde her kuzunun tek tek önemi vardır. Koca bir sürü içinde her biri tek tek en değerli kuzudur. Kuzunun önemli olması için de gerçek bir sürü olması gerekir. İşte bunu anlayamıyorlar. Şu sözlere bakın: ' Bir adamın yüz kuzusu olsa ve içlerinden biri kaybolsa, adam doksan dokuz kuzuyu dağda bırakıp kaybolanı aramaya gitmez mi? 'İyilikle dolu bu sözleri en isyan ettirici adaletsizlik olarak yorumlayan insanlar bu sözü anlamadıklarını itiraf etsinler...'
- (Papaz ile kör kız Gertrude arasında geçen bir konuşmadan) (...)''Dünya gerçekten bu kuşların anlattığı kadar güzel mi? Peki neden kimse bundan bahsetmiyor? Siz mesela, neden daha fazlasını anlatmıyorsunuz? Bütün bunları göremeyeceğimi düşünerek ben üzülmeyeyim diye mi konuşmuyorsunuz yoksa? Eğer öyleyse hiç de doğru bir şey yapmıyorsunuz.kuşların sesini çok iyi duyuyorum ve sanırım bütün söylediklerini de anlıyorum.''
''Evet ,Gertrude'ciğim, görebilenler senin kadar iyi anlayamazlar kuşları.'' dedim, teselli edeceğimi ümit ederek.
''Peki neden diğer hayvanlar da şarkı söylemiyor ?'' diye sordu ardından.
Soruları bazen beni şaşırtıyordu. O an aklıma hiçbir şey gelmiyor, şaşkın şaşkın bakakalıyordum. Çünkü o ana kadar üzerinde hiç düşünmeden kabul ettiğim şeyleri düşünmeye zorluyordu beni. Mesela ilk defa o zaman, hayvanların toprağa ne kadar yakınlarsa, o kadar ağır ve hüzünlü olduklarını fark ettim. Ona anlatmaya çalıştığım şey de bu oldu; ona sincaplardan ve oynadıkları oyunlardan bahsettim.
O zaman bana uçan hayvanların sadece kuşlar olup olmadığını sordu.
''Bir de kelebekler.'' dedim.
''Onlar da şarkı söyler mi ?''
''Onlar neşelerini başka yollarla anlatırlar.'' diye cevap verdim. ''Neşe onların kanatlarındaki renklerde görülür...''
Ve ona kelebeklerin kanatlarındaki renklerin çeşitliliğini anlattım...
- (...) Ama bu sayede , bir körün eğitimini üstlenmiş her öğretmenin renkler konusunda ne kadar sıkıntıya düştüğünü öğrendim. - 'Bu konuda şunu da belirtmem gerekiyor ki İncil'de renklerden hiç bahsedilmez.-
- (...) Tam bu sırada onu Neuchatel'e götürüp konser dinletme imkanı doğdu. Müzik aletlerinin senfoninin çalınışında oynadıkları roller bu renk sorunu üzerinde tekrar düşünmemi sağladı. Bakırların, yaylıların ve üflemeli aletlerin çıkardıkları seslerin çeşitliliğine, her birinin kendine göre, değişik yoğunluklarda en tizinden en kalınına bütün sesleri çıkarabildiklerine dikkatini çektim. Doğadaki renkleri de aynı şekilde hayal etmeye davet ettim onu, kırmızı ve turuncu tonlarındaki renklerin boru ve trombonların sesine ;sarılar ve yeşillerin kemanların, viyolonsellerin ve basların sesine ; mor ve mavi tonların da flüt, obua ve klarnetlerinkine benzediğini söyledim.İçindeki bütün şüphe , yerini derin bir şaşkınlık ve hayranlığa bıraktı: ''Aman Tanrım! Ne kadar güzel bir şey olmalı!'' diye tekrar edip duruyordu. Sonra birdenbire, ''Peki ya beyaz?'' diye sordu. ''Beyazın neye benzediğini hala anlayamıyoum.''
Karşılaştırmamın ne kadar yavan , ne kadar eğreti bir karşılaştırma olduğunu o zaman anladım. Yine de açıklamaya çalıştım:
''Beyaz bütün tonların birbirine karıştığı en tiz noktadır. Siyahın bütün tonların birleştiği en bas nokta olması gibi.
Bu açıklama ne onu ne de beni tatmin etmişti. Sözlerimden hemen sonra senfoninin sesi ne kadar tiz ya da bas çıkarsa çıksın üflemeli, bakır ve telli müzik aletlerinin seslerinin, belirgin bir biçimde ayırt edilebildiğini fark ettim. Şaşırıp ne söyleyeceğimi bilemediğim zamanlarda olduğu gibi susup, nasıl bir benzetme yapabileceğimi düşündüm bir an.
''O zaman beyazı tamamen saf, temiz bir şey gibi hayal etmeyi dene. Hiçbir rengin olmadığı, sadece ışığın olduğu bir şey. Siyah ise tam tersi, renklere öyle boğulmuş ki, kapkaranlık olmuş.'' deyiverdim sonunda.
- (...) Gertrude'nin iyi tarafı, anlamadığı zaman anlıyormuş gibi yapmamasıydı. Diğer insanlar bunu sık sık yaparak akıllarını yanlış ve belirsiz bilgilerle doldururlar, sonra da yanlış şekillerde akıl yürütürler. Net bir fikir vermedikleri sürece bütün kavramlar Gertrude için bir endişe, bir rahatsızlık kaynağı oluşturuyorlardı.
- (...) Gözleri olan insanlar mutluluğun ne olduğunu bilmezler.
- (...) Ah! Zihnimizdeki canavarlar ve hayaletler yerine, gerçek hayattaki kötülüklerle yetinseydik. Zavallılığımız ne kadar katlanılır, hayat ne kadar güzel olurdu. Aslında tek başına bir vaaz konusu olabilecek bir konuyu not almış oluyorum burada.( Matt. XII,29 : ''Endişeli bir ruha sahip olmayın.'' )
- (...)Tekrar söylüyorum Gertrude, gözleri olan insanlar bakmayı bilmeyenlerdir.
- (.(..)Aşkın içinde hiçbir zaman kötülük bulunmaz.
- Gertrude'nin din eğitimiyle ilgili çalışmalarım sırasında İncil'i tekrar ve yeni bir gözle okuma fırsatı buldum. Bu sayede giderek anladım ki, Hristiyanlık inancını meydana getiren kavramların çoğu İsa'nın sözlerinden değil, Saint Paul'ün yorumlarından alınmış.
- (Jacques ve papaz arasındaki tartışmadan, ilk konuşan papaz ) '' (...) İncil'e bakıyorum, emir, tehdit, gözdağı, yasaklama arıyorum; boşuna, yok... Bütün bunlar sadece Saint Paul'de var. Jacques'i asıl rahatsız eden şey de İsa'nın sözlerinde bunları bulamaması. Onunki gibi ruhlar, etraflarında onlara yol gösteren birinin, engellerin ve demir parmaklıkların olmadığını hissettiklerinde kendilerini kaybolmuş hissederler. Vazgeçtikleri özgürlüğü başkalarında gördüklerinde bundan rahatsız olurlar. Aşkla ve iyilikle kolayca anlayabilecekleri şeyleri baskı ve zorlamayla elde etmeyi tercih ederler.
'' Hayır dostum,sen onların itaat etmesini istiyorsun.''
''Huzur itaattedir.'' (...)
(Papazla kör kız arasındaki konuşmadan) (...)
''Siz de hep beni teselli etmeye çalışıyorsunuz. Ama benim istediğim teselli olmak değil. Beni üzmekten, bana acı vermekten korktuğunuz için hiç bahsetmediğiniz, tanımama izin vermediğiniz birçok şey olduğunu biliyorum. Hiç bilmediğim şeyler. Öyle ki bazen...'' dedi sabırsızca. Sesi gittikçe yavaşlıyordu, nefesssiz kalmış gibi durdu. Ağzından çıkan son sözleri tekrar ederek sordum :
''Evet,bazen?''
Üzüntülü bir şekilde devam etti: ''Öyle ki bazen size borçlu olduğum bütün mutluluğun hiçbir şey bilmememe bağlı olduğunu düşünüyorum.''
- (...) Dünyanın sizin bana inandırmaya çalıştığınız gibi güzel bir yer olmadığından şüpheleniyorum, anlıyor musunuz papaz efendi; hatta tam tersine pek çok kötülüğü barındıran bir yer olduğundan.
''İşte tam bunu demek istemiştim. Ben kötülüğe hiçbir şey
eklemediğimden emin olmak isterim.''
- İsa 'nın şu sözlerini hatırlıyor musunuz?
Yalnız Muhalif /25 Eylül 2018
Kommentare
Kommentar veröffentlichen